Genç yaşından itibaren işitme duyusunu yitirmeye başlayan ve ömrünün son on yılında hemen hemen tamamen kaybeden Ludwig van Beethoven (1770-1827), bize armağan ettiği bestelerin bir kısmını, örneğin Dokuzuncu Senfoni’yi kendisi dinleyememiştir. Eserin ilk icrasının salonda yol açtığı alkış tufanını sahneden duyamamış, ancak birisi onu kolundan tutup arkasına döndürdüğünde görebilmiştir. Bu durumuyla bile insanlık tarihinin en güzel bestelerinden bazılarını üreten ve müzikte büyük bir değişim yaratan büyük devrimci, dehanın beden bulmuş halidir.
Düşünülebilecek en pis ve dağınık evlerde yaşayan, ömrünü huysuz, kaba, savruk, pasaklı bir adam olarak geçiren Beethoven’ın beste çalışmalarınaysa büyük bir titizlik, kesinlik ve ayrıntıcılık hakimdir. Bu açıdan bireyin dünya üzerindeki süfli varlığıyla çağların ötesinden insanın ruhuna uzanan dehanın ulvi sanatsal varoluşu arasındaki karşıtlığın en dokunaklı örneğidir.
Sitemkâr olduğu kaderini en az dehası kadar büyük irade gücü sayesinde kabullenmiş ama kurulu düzenin kendini konumlandırdığı yere hayatı boyunca razı olmamıştır. Nobranlık sınırını zorlayan bir gerçekçilikle, üstelik yıllarca kendisine maddi destek sağlayan Prens Lichnowsky’e, “Siz doğumunuzdaki rastlantıyla bugünkü siz oldunuz. Binlerce prens olmuştur ve olacaktır oysa yalnızca bir tek Beethoven vardır” der. Kraliyet arabasını gördüğünde eğilip selam veren Goethe’nin tersine, sırtını dönüp uzaklaşır. Bir eserini ithaf ettiği kralın karşılık olarak gönderdiği mücevher sahte çıkınca iade etmesine etrafındakiler zor engel olur. Sadece aristokrasiye değil, sanatının ticarileşmesine, yayıncıların iznini almadan ve yeterince telif ödemeden eserlerini basmasına da itiraz eder: “İnsan beyni satılabilir bir mal değildir.”
Açıklama